Emeğin Gündemi'nde konuğumuz İstanbul Tabip Odası YK Üyesi Prof. Dr. Rukiye Eker Ömeroğlu, Türkiye'deki sağlık emekçilerinin sorunları ve taleplerini paylaştı.
(14 Mart 2022 tarihinde Açık Radyo’da Emeğin Gündemi programında yayınlanmıştır.)
(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)
Ayşe Berna Uçarol: Bir Emeğin Gündemi programından daha merhabalar sevgili Açık Radyo dinleyicileri. Bugün yayın konuğumuz İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Profesör Doktor Rukiye Eker Ömeroğlu. Tabipler Birliği 14 ve 15 Mart günleri için ülke genelinde grev çağrısı yaptı. Biz de Emeğin Gündemi programı olarak doktorların sorunlarını ve taleplerini konuğumuzla konuşmayı istedik. Rukiye hocam yayınımıza hoş geldiniz.
Mustafa Eren: Hoş geldiniz.
Rukiye Eker Ömeroğlu: Hoş bulduk.
ABU: Dilerseniz sohbetimize genel olarak Türkiye'de doktorların, özellikle son zamanlarda kamuoyunda da daha yankı bulan sorunlarını konuşarak sohbetimize başlayalım. Buyurun söz sizde.
REÖ: Evet, ben önümüzdeki nisan ayında hekimlikte 45 senesini dolduran bir hekimim. 1977 senesi mezunuyum. Öğrenciliğimi de işin içine katarsanız 51 yıl dolmuş olacak. Gerçekten bu süreçte hekimlerin aleyhine olan gelişmeleri anlatmam için herhangi bir rapor okumama gerek yok, çünkü kendi hayatım bunun çok net bir örneği. Ben mezun olduğumda, asistanlığa başladığımda İstanbul Tıp Fakültesinin karşı tarafında -özlük hakları açısından işe başlayacak olursak- bir evde oturuyordum ve o zamanki asistan maaşımın onda biriyle o evin kirasını ödeyebiliyordum. Bugün bir profesör olarak aynı yerdeki evde oturmam için en az maaşımın üçte birini vermek zorundayım. Diğer taraftan benim mezun olduğum zamanlarda asistanken -yine dediğim gibi- hastalar bizimle konuşurlarken gerçekten son derece saygılıydı, çok farklı bir muamele görürdük. Abartılmış bir şey tabii ki hiçbir zaman beklentimiz değildi ama asistanken bile bize “hocam” derler ve en ufak bir kötü söz, kötü bir fiziksel olay yaşamazdık. Bugün ben hoca olarak bir hastamın babasına bir şeyler anlatmak isterken hiçbir şekilde, yani saygı göstermediğini hissediyorum gerçekten; elleri cebinde, ağzında sakızla konuşabiliyorlar benimle. Yani bu bile tek başımıza hayatımızın, kendi hayatımızda geçirdiğimiz değişiklikleri göstermeye çok iyi örnekler. Bütün bunların sebebi de tabii tesadüf değil, kendiliğinden gelişen olaylar değil, biz bunu da biliyoruz. Bu “Sağlıkta Dönüşüm” denilen programın özel olarak uygulanması için yapılmış hareketler. Çünkü isteniyor ki hekimler değersizleştirilsin, onlara verilen önem azalsın. Bu amaçla, bakınız, bu Sağlıkta Dönüşüm Programı hayata geçirilirken 2002 senesinden itibaren başlandı AKP hükümetleriyle beraber. Aslında 12 Eylül'den sonra başladı bu sağlıkta dönüşüm; neoliberal politikalar, paranın tamamen sermayenin eline verilmesi, devletlerin kendilerini sağlık hizmetlerinden -eğitimde olduğu gibi- çekmesi çabaları çok daha evvel, ama daha önceki hükümetler bunu uygulamadılar. AKP hükümeti bunu, hemen başlar başlamaz 2002’den itibaren uygulamaya başladı. Biliyoruz, o zamanki sağlık bakanımızın mesela “Doktorlar ellerini hastaların cebinden çeksinler.” cümlesi kuruldu. Şu andaki cumhurbaşkanımızın “Ben doktorlara iğne yaptırmam.”, “’Doktor efendi’ dönemi artık kapanmıştır.” gibi bazı kelimeleri, cümleleri oldu. Yani bütün bunlar doktorların sağlıktaki birincil rolünün alınması, onları hem özel sektörde hem üniversitelerde hem de Sağlık Bakanlığı hastanelerinde ucuz ve kolaylıkla her türlü şeyin yapılabildiği, özlük haklarının ellerinden alınabildiği insanlar haline getirmek için yapıldı. Hiçbir şey tesadüf ve kendiliğinden olmadı aslına bakılırsa. Asıl amaç devletin yavaş yavaş elini sağlıktan çekmesi; bunun yerine özel sektöre, sermayeye bırakması amacını taşıyordu. Bu, dünyada çok yerde yapıldı, yapılıyor; ama Türkiye'de o kadar çok kolay yapamadılar bu işi, yapamıyorlar halen de. Çünkü gerçekten Türk Tabipler Birliği Tabip Odaları, biz kamucu hekimlikten, kamucu sağlık hizmetlerinden yana olduğumuz için bizim çabalarımız, bizim karşı duruşlarımız onların istediklerini yapmayı engelliyor.
Beş dakikada (yedeğiyle birlikte) bir hasta
Çok fazla sorunumuz var, inanılmaz, çok fazla sorunumuz var; özlük hakları başta olmak üzere, biraz önce söylediğim gibi. Mesela bu “performans sistemi” denilen sistemi çıkarttıktan sonra ki performans sistemi hekimleri bu neoliberal dönüşe razı etmek için verilen bir rüşvetti başlangıçta. Performans sistemini açıklamak gerekirse, size bir çıplak maaş veriliyor ki bu çıplak maaş şu anda devletin bütün hizmetlerine verilen, işte adalette olsun, güvenlikte olsun, bütün diğer memurlara göre son derece düşük bir maaş. Bunun üstünü baktığınız hasta kadar, yaptığınız ameliyat kadar -yani prim diyelim- sonucunda alıyorsunuz bu parayı. Bu performans ödemeleri baştan çok çok iyiydi, çünkü hekimleri buna alıştırmak gerekiyordu. Bunlar birebir rüşvet aslına bakarsanız, ama şimdi bu performans ödemeleri de inanılmaz derecede azaldı. Sık sık bu nedenle protestolar yapılıyor hastanelerde. En yeni, en böyle gösterişli şehir hastanelerinde bile insanlara verilen, hekimlere verilen, uzmanlara verilen, hocalara verilen bu primler son derece azaltıldı. Ayrıca bu primlerin şöyle bir özelliği var; emekliliğe yansıyan sadece çıplak maaşımız, bu primlerden aldığınız para asla emekliliğinize yansımıyor. Dolayısıyla emeklilikleri de son derece düşük maaşlarla hekimler alıyorlar, diğer bir sürü dala göre. Baştan, yani hem çalışırken hem emekli olduktan sonra hekimlerin şu anda mali olarak durumları son derece kötü. Biliyorsunuz, 7-8 bin lira en düşük alan, en yüksek alanı da 20-25 bin gibi bir açıklaması oldu cumhurbaşkanının. 20-25 bin alan insan sayısı son derece az, ama 7-8 bin lira, biliyorsunuz Türkiye'de artık 14 bin lira yoksulluk sınırı. Bu yoksulluk sınırının altında para almalarını hekimlerin… Neyse ki söyledi de iyi oldu, çünkü çok paralar alındığını zannediyorlardı. Çalışma koşulları son derece kötü. Bu sandıktaki dönüşüm aslında dediğim gibi yani özelleştirmeye kapı açacak her türlü koşulu hazırlamak için yapıldı. Yani devlet hastanelerinde çok sayıda hasta, bir de kışkırtılmış, insanların kışkırtılmış sağlık talepleri oluşturulmaya çalışıldı. Yani bütün herkes, halk hastanelere, doktorlara çok kolay ulaşsın diye, bu amaçla bol bol randevular verildi. Ama bugün onun ulaştığı nokta da artık bu merkezi randevu sisteminden insanlar randevu da alamaz hale geldiler. Çünkü kışkırtılmış bir sağlık talebinin sonucunda Türkiye'de her kişi başına düşen hastane gidiş miktarı dokuz, yani herkes dokuz kere hastaneye gidiyor. Düşünebiliyor musunuz? Sanki süt çocuğusunuz, sanki aşılar yapılır gibi, erişkinlerin aylık kontrolleri gibi -sağlıklı demeyelim, kendini hasta hissediyor çünkü- senede dokuz kere doktora gidiyor, hastaneye gidiyor. Gerçekten kışkırtılmış bir sağlık talebi var, çünkü insanların kendilerini hasta hissetmeleri için elinden geleni yapan bir sisteme dönüştü olay. Yani bakıyorsunuz, sabah arabanıza biniyorsunuz, radyonuzu açtığınızda bir anonsla karşılaşıyorsunuz. “Tansiyonunuz yüz yirmiye seksenin üstündeyse, hemen bir doktora gidin.” diye. Halbuki çocuk yaş grubunda bile -ben pediatristim- yüz kırka doksandır tansiyonun üst hudutları. Bunun üstüne çıktığı zaman… Tabii ki yaşına göre değişir ama bütün erişkinler için yüz yirminin üstünün hipertansiyon kabul edilmesi, kolesterol düzeylerinin giderek düşürülerek daha çok insanların, yani bu ilaçları almasının sağlanması için dünyada zaten bir olay var. Bu Türkiye'de de çok fazla, abartılı bir şekilde hayata geçirildi ve herkes kendini hasta hissedip doktora ulaşsın diye de çok kolaylaştırıyor. Ama bunun sonucunda gelinen nokta, her beş dakikada bir hasta bakmaya döndü. Hatta beş dakikaya bir de yedeği de veriliyor, inanır mısınız? Yani üç dakikada falan oluyor bir kişinin doktora girip çıkması. Üç dakikada ne sorabilirsiniz hastaya geçmiş hastalıklarıyla ilgili, ailenin öyküsüyle ilgili, şikayetinin ayrıntısıyla ilgili hiçbir şekilde ciddi bir öykü alamazsınız, ciddi bir muayene yapma şansınız hiçbir zaman olamaz, çünkü çalışmak koşulları da o kadar doktorun aleyhine bir şekle döndürüldü ki yanınızda bir sekreter yok. Hastaya bir yandan soru soracaksınız, bir yandan onu önünüzdeki bilgisayara işleyeceksiniz. Göz kontağı yapabilmeniz, hastayı anladığınızı ifade edebilmeniz mümkün değil o süre içerisinde ve de tabii ki mutlu şekilde o şikayetten, söyleyeceği birkaç kelimeden sizin bir tanıya varmanız mümkün değil. Onun için ne yapıyorsunuz? Hemen bir muayene -zaten yapılmıyor neredeyse artık hiç- o şikayetlere yönelik tahliller, görüntülemeler istiyorsunuz. Sonra size sonuçları getiriyor hasta, yine beş dakika ya da üç dakikanız var. O kadar tahlil, görüntülemenin raporlarına bakacaksınız ve düşündüğünüz ön tanılardan ekarte ederek bir tanıya ulaşmaya çalışacaksınız, bu da hiç mümkün değil. Onun için hekim ne yapıyor? Bu tamamen netleştiremediği durumda birkaç olasılık üzerinde durup o birkaç olasılığa göre ilaç yazıyor. Bütün bunların sonucunu da düşünebiliyor musunuz hastanın durumunu? Lüzumsuz yere dünyanın radyasyonunu alıyor, tahlillerini oluyor ve sağlığını tehlikeye atan bazı girişimler yapılıyor bir tanıya varmak için. Sonra geldiğinde, doğru dürüst tanı konmadığı için dünyanın ilacını alıyor. Bunun karşılığında hekim ne kadar mutsuz, yaptığı işin hiçbir şekilde doğru olmadığını, hiçbir şekilde ona öğretilen bilimsel gerçeklerle uymadığını, ahlaki değerlerle, etik değerlerle uymadığını, uyuşmadığını görüyor. Çünkü hekimlikte en temel etik kurallarının başında önce hastaya zarar vermemek gelir. Böyle bir sistemde, beş dakikada hasta bakılan bir sistemde, bir hekimin bir hastaya zarar vermeme şansı neredeyse yok. Hem tanı aşamasında hem tedavi aşamasında mümkün değil, yapamazsınız, başka türlüsü olamaz. Düşünün, böyle bir iş yapıyorsunuz. Hastaya zarar verme riskiniz var. Yararlı olamadığınızı da zaten biliyorsunuz ve bunun sonucunda hastanın başına bir şey gelebileceğinden ve onun da dönüp size şiddet olarak yansıyacağından, malpraktis davası olarak döneceğinden eminsiniz. Böyle bir hekimlik yapılabilir mi? Yani bırakın parasını, açlık koşullarında maaş da alsanız bile, böyle bir hekimlik size öğretilen bilimsel, etik, iyi hekimlik kurallarına uymayan bir hekimlik bir hekimi mutlu edebilir mi? Bütün hekimler tükenmiş vaziyette.
Doktorlara şiddetin sorumlusu: Sağlıkta Dönüşüm Programı
Beş dakikada bir hasta bakarken bir sonraki hasta sizin kapınızdan içeri giriyor. Bana sıra geldi, saati doldurdu… Bir önceki hasta belki daha ciddi, daha çok onunla uğraşmak gerekir. Aciller, aciller korkunç. Bakınız Türkiye'de her sene 120 milyon insan acile müracaat ediyor. 120 milyon! Nüfusumuzun ne kadar fazlasından insan acillere geliyor. Niye geliyor? Çünkü gündüz randevu almak istemiyor, gece geliyor, gece acil olarak bakılacak diye düşünüyor ve o arada, mesela kalp krizi geçirmiş biri geldiğinde acile baş ağrısı yüzünden -ki acil olmayan bir sebep yüzünden- buraya gelen insanlar tabii ki öncelikle kalp krizine müdahale eden doktorlara ve hemşirelere saldırıyorlar, şiddet oluyor. Yani şöyle çok güzel bir laf var: “Doktorlar dünya ise aciller Orta Doğu'dur.” Hakikaten aciller Orta Doğu. Gazetelerde görüyorsunuz şiddet olayları en çok acillerde oluyor. O insanlar kimse, etraftaki özel güvenlikler falan hemen kaçarlar öyle durumdan. Hiçbir zaman ciddi müdahale yapmaz. Polis derseniz, gelinceye kadar zaten… Eskiden hastanelerin hastane polisleri olurdu, daha kolay ulaşılırdı, hemen müdahale edilirdi. Şimdi hekimler, sağlık çalışanları tek başlarına her türlü olaya karşı, şiddete karşı, istismara karşı, her şeye karşı tek başlarına mücadele etmek istiyorlar. İstiyorlar değil, daha doğrusu o durumdalar, yardımcı kimseleri yok. Yani özlük hakları, emeklilik bir tarafa, çalıştığınız anda da, çalıştığınız süre içerisinde de son derece olumsuz koşullarda çalışıyorsunuz. Gerçekten kabul edilebilir durum değil. Hele bu beş dakikada bir hasta bakmak için o acillerin durumları… Biliyor musunuz, acillerde mesela, devlet hastanelerinden bir tanesinde -adını vermekte de sakınca yok- Kanuni Sağlık Bakanlığı hastanesinde pediyatride bin tane filan hasta bakılıyor bir gecede. Bunun için birkaç hekim var. Yani böyle bir hizmet verilebilir mi? Buradan kim şanslı, kazançlı çıkar? Hekim çok mutsuz, hastanın başına her şey gelebilir diye. Buradan sadece kazançlı çıkacak olan bu sağlık endüstrisinde kullanılan şeyleri yaratanlar, üretenlerdir. Yani laboratuvar kitlerini üretenlerdir, yani görüntüleme cihazlarını satanlardır, yani ilaçları satanlardır. Sağlıktaki bu kadar kışkırtma, bu kadar sağlık talebini kazananı gerçekten sağlık endüstrisidir. Bunun için de bu sağlıkta dönüşümün amacı bu olmuştur ve bu da Türkiye'de uygulanmaya çalışmaktadır. Ama gerçekten biz Tabip Odaları ve Türk Tabipler Birliği bu işe karşı çıktığımız için onlar o hızla, diğer ülkelerdeki kadar hızlı hareket edemiyorlar. Ama ne yazık ki yine de şu andaki durum bile, sağlıktaki kaos, sağlıktaki erozyon çok çok ciddi boyutlarda. Diğer taraftan mesela, başka neler yapıldı sağlıkta dönüşüm adına; Kamu Özel Ortaklığı diye başlayan şehir hastaneleri, feci bir proje. Bakın, şehir hastanelerini bilmiyorum, açıklamamı ister misiniz nasıl yapıldığını, çünkü bu açıklama önemli. Yani bir şekilde nasıl işlediğini bilmezse insanlar, halk bunu bilmiyor, neden bu kadar karşı çıktığımızı anlayamıyorlar. Bakın şehir hastaneleri şöyle bir şekilde yapılıyor; devlet bir firmaya -zaten birkaç firma var tabii bildiğiniz gibi- bir arazi veriyor. Tabii ki çok büyük bir arazi vereceği için bu arazi şehrin içinde olamıyor, şehir dışında bir yere dönmek durumunda. Onun için aslında bu şehir hastaneleri, “şehir dışı hastaneleri” olması lazım isimlerinin. Firma oraya bir bina yapıyor, 2000-4000 yataklı bir hastane inşa ediliyor. Onun dışında tabii isterse başka, işte ticarethane gibi kullanılabilecek pastane, lokanta vesaire, gerektiğinde otel olarak kullanabileceği binalar da yapılıyor. Bunlar da, devlet onlara araziyi bedava verirken bu şirketler de bu inşaattan para almıyor. Ama sonra ne oluyor? İşletmeye başladıktan sonra şehir hastanelerini bu firmalar bu hastanelerin işleticisi oluyorlar. Yani her ay euro ve dolar üzerinden anlaşmalar yapılıyor devletle, 25-40 yıl aralığındaki sürelerle. Ve inanılmaz kiralar ödeniyor bu şirketlere. Şöyle bir örnek vereceğim size; son altı yılda -şu anda 13 tane devlet şehir hastanesi devrede- 13 tane şehir hastanesi için ödenen kiralar ile bin yataklı 56 tane devlet hastanesi yaptırılması mümkündü, sadece 13 tane hastaneye ödenen kiralarla. Bin yataklı 56 tane devlet hastanesi yapmak mümkündü. Bir defa rakamsal olarak Dünya Sağlık Teşkilatı diyor ki 600 üzerinde yatak sayısına sahip hastanelerinizi iyi yönetemezsiniz. En başında hastane enfeksiyonlarıyla mücadelemiz çok zor oldu. Bakın şehir hastanelerinde bir doktor günde on bin adım atıyor. Bir hastayı muayene ediyorsunuz, hastanın radyolojiye gitmesi için iki kilometre falan yürümesi gerekiyor bazı şehir hastanelerinde. İnanılmaz mesafeler var. Yani katiyen işletmeye uygun değil, katiyen günlük pratiğe, etkinlik pratiğine; hasta açısından ulaşılabilirliği çok zor hastane içinde de. Bırakın bu kiraları, bu şirketler bu hastanelerde hasta ve hasta sahiplerine ait bütün hizmetleri kendileri işletebiliyorlar; ameliyathane işletebiliyor, laboratuvara işletebiliyor, radyolojiyi işletebiliyor, lokantayı işletiyor. Hepsini de kendisi taşeron firmaları aracılığıyla işletebiliyor. Yani müthiş bir para kazanıyor buradan şirketler ama olan devletin ekonomisine oluyor. Sonra, başka, tamam hadi ekonomi de belki kabul edilebilir, ama şehir hastanelerine, hasta sayısı bakımından %70 doluluk garantisi veriliyor. Buna itiraz ettiler, hayır değil diye, ama biliyorsunuz birkaç gün önce açıklandı, bu doluluk garantisi de veriliyor. Doluluk garantisi verildiği için ne yapılmak zorunda? İnsanları oraya gitmeye zorlamak zorundasınız. Onun için Ankara'da Bilkent Şehir Hastanesi'ni açmak için altı tane neredeyse yüzyılların hastanesi, Ankara Numune, Yüksek İhtisas gibi altı tane hastaneyi kapattılar. Niye? Çünkü öbür tarafa gitmesi lazım hastaların. %70 doluluğu gerçekleştirmesi için insanların oraya gitmesi lazım. Dolayısıyla kişilerin bir minibüs durağı sonrası hastaneye gidebilmesi yerine… Bilkent için biliyorsunuz Orta Doğu'nun ormanlığını kestiler, yolu da yoktu. Oraya gitsinler diye, kaç kilometre, ne kadar uzakta… İstanbul'da bunu yapamadılar. Çok itiraz ettik, çok karşı durduk diye. Ama başka bir şey yaptı -ne diyeyim yani kötü şeyler söylemek istemiyorum bir yandan ama bunu gerçekleştirebilmek için yapacaklarının haddi hesabı yok- şunu yaptı, bütün hastanelerdeki uzmanları, oranın en değerli, en sevilen, en beğenilen hocalarını aldılar şehir hastanesine götürdüler. Dolayısıyla binaları taşımadılar, ama içini boşalttılar. Yani neticede yine o yılların deneyimi, birikimi olan, oturmuş hastanelerin içlerini boşaltıyorlar. Tüm şehir hastanelerine bu %70 doluluğu sağlayabilmek için, sırf oralara hasta gidişini sağlayabilmek için. Yani gerçekten hem günlük çalışma koşulları hem özlük hakları, yaşam koşulları hem de bu şekilde, böyle ülkenin de zararına olabilecek, halkın da zararına olabilecek gelişmeler bu Sağlıkta Dönüşüm denilen -ne yazık ki- uygulamalarla çok kötü bir sona doğru ulaşıyor. Bir yandan da malpraktis davaları şimdi gündemde. Bu malpraktis davaları da tabii ki yine bu, yani neoliberal politikaların sonucunda ortaya çıkan bir şey, biliyorduk, duyuyorduk daha önceki yıllarda Amerika'da ya da Avrupa'daki ülkelerde bunların ne kadar can yaktığını, ama bizim ülkemizde daha da can yakıcı oldu. Çünkü beş dakikada bir hasta bakarak hata yapmama şansınızın hiç olmaması nedeniyle, şimdi bol miktarda malpraktis davaları açılıyor ve öyle feci bir şey ki malpraktis davalarının sonucunda, yani düşünün yoksulluk sınırının altında maaş alan bir hekime açılan malpraktis davalar milyon lira. İnsanların hayatları boyu kazanamayacağı büyük paralar talep ediliyor. Onun için böyle hukukçular, avukatlar, hastane çevrelerinde insanları bu davaları açmaya yönelik olarak cesaretlendiriyorlar ve çok insanın hayatı… Yani birçok hikayelerimiz var, gerçekten inanamıyor insan bu kadar çok şey yapılabilir mi bir hekime diye. Yani her yönden hekim çok kötü bir durumda; bütün çalışma enerjisi, bütün geleceğe yönelik umudu bitmiş durumda ve tabii değersizleştirmek sadece manevi anlamda değersizleştirme değil. Bunun için şöyle başka bir çaba gösteriliyor; şu anda Türkiye'de 134 tane tıp fakültesi var. 134 tane! Bu Almanya'da 43 tane, bizde 134 tane. Düşünün Malatya'da ikinci tıp fakültesi açılıyor. Bunun amacı böyle hekimin halka hizmeti için, sağlıktaki hizmeti artırmak, genişletmek için mi diye düşündüğünüz zaman, bunun cevabı da hayır. Böyle bir sistemde, bu şekilde hizmet verdiğimiz bir sistemde halka yararlı olma şansınız yok. Amaç ucuzlaştırmak, iş gücü emeğini ucuzlatmak.
ME: Hocam, son üç dakikaya girdik. Aslında çok fazla sorun var, anlata anlata bitirme imkanı da yok. Peki biraz yarın ve sonraki gün gündeme gelecek olan eğlemlilikten bahsetsek? Yani bu kadar sorunda müdahil olarak Türk Tabipler Birliği'nin önerdiği birtakım eğlemlilikler var; bugün Beyaz Toplantı İstanbul'da olacaktı. Biz pazar günü kayıt alıyoruz ama yarın yayınlanacak programımız. Yarın ve bir sonraki gün de eylemler var. Bunlardan da biraz söz etseniz...
REÖ: Yani g(ö)rev diyoruz biz buna, çünkü grev olarak hakkımız yok işin aslında ama iş bırakma, yavaşlatma şeklinde… Aciller çalışacak kesinlikle; yani hastalara zarar verilmeyecek şekilde kanser hastalıkları, kadın doğum ve aciller çalışacak. Ama diğer yerlerde hasta bakılmayacak. Bunu daha önce de birkaç kere yaptık biliyorsunuz, aralıkta ve şubatta yaptık. Bu seferkinin Tıp Bayramına denk gelmesi daha anlam taşıyor ve şunu görüyoruz. Bu defa çok katılım olacak, çünkü gerçekten en sonda cumhurbaşkanının Liderler Zirvesindeki sözü çok tepki aldı ve daha önce bu yürüyüşlere katılmayan, protestolara katılmayan çok sayıda hastane ve hekim bu eyleme katılacağını açıkladı. Başarılı olacağını düşünüyoruz.
ME: Yani aslında bir yandan da çok değil, birkaç ay önce pandemi sürecinde tamamen onore edilen bir meslek grubu söz konusuyken aradan çok kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen ‘giderlerse gitsinler’e kadar geldi mevzu. Umarım dinleyicilerimiz de pandemi sürecini dikkate alıp o noktada ellerinden gelen desteği sunarlar.
REÖ: Anlayış ve destek bekliyoruz gerçekten.
ABU: Evet, bu arada 14 Mart Pazartesi Tıp Bayramı. Sizin de bütün doktorların nezdinde Tıp Bayramınızı kutlamış olalım buradan Rukiye hocam.
ME: Kutlu olsun.
REÖ: Teşekkür ederim.
ABU: Bize katıldığınız için çok teşekkür ediyoruz. Bugün İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Profesör Doktor Rukiye Eker Ömeroğlu'yla birlikteydik. Rukiye hoca bize hekimlerin Türkiye'de yaşadığı sorunların aslında bugününü değil dününü de paylaşmaya çalıştı ve tekrar teşekkür ediyoruz. Bir başka Emeğin Gündemi programında görüşene kadar sağlıcakla kalın.
ME: Hoşça kalın.
14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla konuyla ilgili Türkiye'de hekimlerin çalışma koşulları, maruz kaldıkları şiddet ve kötü muameleleri ele alan, geçmişte yayınlanmış programlarımızın podcastlerine aşağıdan ulaşabilirsiniz:
Haftanın Karikatürleri'nde 14 Mart Tıp Bayramı'yla ilgili bahsi geçen çizimler: